Ömer Madra: Bugün "akılcı dikkatsizlik" teorisi üzerinde duralım. Yazdığın bir yazıda gördük, Christopher Sims tarafından geliştirilmiş bir teori, Türkiye bakımından sonuçları olabilir mi, hepimizin çıkaracağı dersler olabilir mi?
Hasan Ersel: İnsanlar gelecekle ilgili kararlar alırlar. İktisadi yaşamın büyük bir kısmı da budur. Örneğin, "yatırım yapayım" dersiniz, "ileride para kazanacağım" diye düşünürsünüz, ama ileride ne olacağını bilmiyorsunuzdur aslında. Dolayısıyla bilmediğiniz bir ortamda gerçekleşecek veya gerçekleşmeyecek olan bir şey için hareket edersiniz, yanılırsanız da, bazen de yanılmazsınız. Peki ama nasıl hareket ediyor insanlar? Bunu yaparken nelere dikkat ediyorlar? İktisatta bu konuyla çok uğraşılıyor, "bekleyişler" dediğimiz şey de bu aslında. İnsanların bir bekleyişi var, o bekleyiş üzerine düşünüyor, "bunun olması olasılığı daha yüksektir" diye düşünüyor, o durumda "şöyle şöyle olsa daha iyi olur" diyor ve ona göre hareket ediyor. Demek ki işin kritik noktası bu bekleyişlerin nasıl oluşturulduğuna dayanıyor. Bu bekleyiş lafı çok ediliyor, fakat bir laf çok edildiğinde ya boştur ya da bazı kimseler onu bütün detaylarıyla düşünmeden etmektedirler. Tabii bekleyişlerle ilgili kuramları geliştiren bilim adamlarından söz etmiyorum, onlar ne dediklerini biliyorlardır. Bunlardan bir tanesi de, bundan aşağı yukarı 47 yıl kadar önce bir Amerikalı bir iktisatçı olan John F. Muth tarafından ortaya konan "akılcı bekleyişler" yaklaşımı. Muth'un söylediği şu: "İnsanlar, kurumlar –birey olması da şart değil- etraftaki konuyla ilgili tüm bilgiyi alırlar, onu etkin bir şekilde kullanırlar, sanki böyle bir modelleri var ve o modelleriyle en uygun tahmini yapıyorlarmış gibi tahmin yaparlar. işte bu tahmine 'akılcı bekleyiş' denir." Kabul etmek lazım ki bu bir basitleştirme, gerçek yaşamda bazı insanlar bütün bilgileri toplarlar, bazıları bir kısmını toplarlar; bazıları bunları işlemeyi becerir, bazıları beceremez.
Bu akılcı bekleyişler kuramı çok benimsendi, iktisatta çok kullanıldı, çok da yeni değişik görüşlere yol açtı, ama bir zafiyet noktası var, o da şu: kuram, insanların kendileri için gerekli olan her bilgiyi kolayca, masrafsız edinebildiklerini, ondan sonra da bu bilgileri işleyebilecek kapasiteleri olduğu varsayımına dayanıyor. Bu gerçekçi mi? Bir yatırım projesini aldığınızı düşünün; bir yere bir fabrika kuracaksınız, o malı satacaksınız, o tarihte, o bölgede ne olacak, rakipleriniz ne olacak, dünya konjonktürü ne olacak, çevre sorunları ne olacak? Bunların hepsiyle ilgili bilgi toplamaya kalkarsanız zaten projeyi yapamazsınız büyük bir olasılıkla. Bu bilgilerin önemli bir kısmı için de para ödemeniz gerekir, bedava değil bunlar. Diyelim ki bedava verdiler, bu bilgileri toplamak için gerekli zamanı nasıl bulacaksınız? Hadi buldunuz diyelim, bütün o bilgileri biraraya getireceksiniz ve anlamlı bir sonuca varacaksınız. Bu çok zor bir şey. Çok basit konularda olabilir, ama biraz daha karmaşık konularda bu çok zor.
ÖM: Son derece karmaşık toplumsal ilişkiler de var işin içinde.
HE: Gayet tabii, çünkü gideceksiniz, derdinizi anlatacaksınız, karşınızdaki insan sizi anlamayabilir veya sizi engellemeye çalışabilir -örneğin rakibiniz olabilir- vs. Olayın böyle gitmeyeceği, bilgi toplamada ve işlemede bir sınır olacağı açık. Toprağı bol olsun, Muth bunları bilmiyor değildi tabii. O olayı basitleştirip, modelleyebilmek için bir varsayım olarak geliştirmişti, o zamandan bu zamana tartışılıyor. Bu konuda Stiglitz, Akerlof gibi bir çok iktisatçının eleştirel katkıları var. Bu konuda uğraşanların en çok takıldığı nokta, bir karar biriminin –insan olması şart değil- bilgi toplama ve bilgiyi işleme kapasitesinin sonsuz olabileceği şeklindeki basitleştirmenin sorunun özünü değiştirip değiştirmediği. Bunu varsayınca çok rahatlıyorsunuz, halbuki Stiglitz ve diğerlerinin gösterdiği gibi, bu bilgi toplama ve işleme süreci maliyetli bir süreçtir, dolayısıyla bir kapasite sınırının olması gerekir. O zaman da bu kapasite nasıl ölçülür sorusu ortaya çıkıyor. Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Sims bu yönde bir yaklaşım geliştiriyor; "bir kere bilgi için içeriğinden bağımsız bir ölçme yöntemi geliştirmek mümkün, zaten geliştirilmiştir" diyor. Bilgi teorisine (information theory) çok önemli katkısı olan Shannon isimli Amerikalı araştırmacının kuramına atıf yapıyor. Söylediği şu; "İnsanlar her bilgiyi toplamaya kalkışamazlar, bu çok pahalı bir iştir, bilgileri işleme kapasiteleri de sınırlıdır. Böyle olunca insanlar ne yaparlar? Kendilerine gelen mesajlardan sinyal elde etmeye çalışırlar." Mesela, sen bana bir şey söylersin, "Ömer bana şunu dedi, şunu demek istiyor, şu noktada ikaz etti" diye ben ondan bir sinyal alırım, ona göre tavrımı değiştiririm veya karar veririm. Buradaki ikinci sorun şu; insanlar çok mesaj alır, her yerden çeşitli mesajlar gelir, bu mesajlardan bazılarının da anlamı yoktur, yani konuyla ilgisi yoktur, o tür ilgisiz mesajları da "gürültü" olarak nitelendiriyor bu teori. Bazı mesajlar kulağımı rahatsız eder işime yaramaz. Karar alıcı açısından ilk sorun hangi mesaj işe yarar bir sinyaldir, hangisi gürültüdür, onu ayırt etmek. Ayrıca işe yarayan mesajlarda da farklı sinyaller gelebilir. Hangi sinyal daha iyi? Sims diyor ki, "insan bu sinyal mi gürültü mü, hangi sinyal daha iyi?" derken amacına bakar, amacı bunu çok etkiler, amacını ortaya koyduğu zaman bazı sinyalleri duymazlıktan gelir, bazılarına bakmaz bile.
ÖM: Neyi görmek istiyorsa onu görüyor da
HE: Evet, amacı açısından kendi kendine bir eleme yapar. Örneğin Karadeniz'de balıkçılık yapıyorsunuz, teknedesiniz, "fırtına kopacak mı kopmayacak mı? diye bir derdiniz var, bu durumda meteorolojiyi mi dinlersiniz, döviz kurlarıyla ilgili haberleri mi? O sırada radyodan döviz kuruyla ilgili bir haber geçiyorsa duymazsınız. Sims, "insan mesajları kendi amacı açısından bir elemeye tabi tutar" diyor. Sonra da o gelen sinyaller içerisinde bazılarını seçer, yine amacı açısından değerlendirir, kendisine en çok malumat getireni bulmaya çalışır. Eğer pek çok kanaldan geliyorsa bu tür mesajlar, sonuçta bir itimat meselesi doğuyor. Yine balıkçı örneğimize dönelim, herhangi bir radyonun verdiği "rüzgârlar biraz artacak" haberi yerine sırf bu amaca yönelik profesyonel yayın yapan bir radyonun, meteorolojinin yayınlarını izler, çünkü onlar konunun uzmanıdır, güvendiği, daha fazla bildiğini düşündüğü bir sinyali algılamayı tercih eder. Teori buradan hareket ediyor ve ilginç sonuçlar elde ediyor.
İktisat politikası emir-komuta ile yürütülen bir şey değildir. Bir politika kararı alırsınız; bu bir sinyaldir. Bu sinyalden karar alıcıların beklediğiniz yönde yararlanmasını istersiniz. Faizi arttırdığınız zaman diyorsunuz ki, "enflasyon çok yükseliyor, ben bununla mücadele etmek için faizi arttırıyorum". Faizi arttırmak sonuçta bankaların fon maliyetini arttıran bir eylemdir. Bankalar buna dikkat eder, ona göre kredi faizlerini arttırırlar veya benzer bir karar alırlar, firmalar da bunu algılar, maliyetleri üzerine bir etki geldiğini görür, belki üretim miktarlarını ona göre değiştirirler; dolayısıyla toplumda insanlar da harcamalarını biraz kısarlar. Buradaki bütün varsayım, bu sinyalin diğer gürültülerden -bu ara bizde pek bol- ayırt ediliyor olması, ikincisi de ayırt ettikten sonra da bu sinyale dikkat edilmesi lazım. Çünkü ben kalkıp, "enflasyon yükseliyor, siz de biraz harcamalarınızı kısın" desem, 70 milyonluk Türkiye'de Hasan böyle düşünüyor olacak, ama Merkez Bankası ağırlık taşıyan bir kurum. Buradan da şu noktaya gelmek istiyorum; bazen iktisat politikası kararlarında, hatta para politikası kararlarında bu ağırlık meselesi o kadar önem kazanıyor ki... Her şeyden önce verilen mesajın sinyal olmasını, gürültüden ayırt edilebilmesini sağlamak lazım. İkincisi de, bu sinyalin ağırlık kazanması lazım, mesela aynı anda hükümetin de "evet bu iş çok ciddi, biz de şu, şu, şu tedbirleri aldık" demesi halinde o sinyal çok dikkat uyandırır. Amerika'nın son zamanlardaki iktisat politikası kararlarına bakın, çok tekrarlıyorum belki ama önemli- verilen sinyal toplumu kavradı, her şeyin üzerine çıktı. "Merkez Bankası şu, şu, şu hareketleri yapacak, hükümet bu hareketleri yapacak", tekrarladılar, tartışıldı vs. sonuçta, istese de istemese de duydu, sonuçta gürültü değil, sinyal haline geldi. Hükümet ve merkez bankası birarada hareket edip söylediği için de bu sinyal çok güçlendi, itibarı da arttı. Ondan sonra da insanlar uyarlar, uymazlar o ayrı bir konu, fakat bu kadarı sağlanmış oldu.
Türkiye'de bu açıdan bir sorun olduğunu düşünüyorum, bizde sinyallerin gürültüden ayırt edilebilmesi için özel gayret lazım. Örneğin para politikasını düşünelim; Merkez Bankası'nın bir ağırlığı var, fakat bu ağırlığın daha da güçlenmesi halinde politikanın etkinliği artacak. Hükümetin eylemi ve söylemiyle aynı yönde sinyaller vermesi halinde bu sağlanabilir. Yapısal reforma gelince, bu ikisi yetmez, parlamentonun da aynı yönde bir mesaj vermesi lazım. Hatta STK'ların da "evet bu çok gereklidir, şöyle yapılması lazım ama şurada yapılana katılmıyoruz" demesi güçlendirici bir sinyaldir.
"Niye bu konuyu anlattın?" diyeceksin, yeni bir şey söylemiş değilim belki, ama bu konunun ciddi bir teorik temeli olabileceğini gösteren yeni bir teori -ben yeni öğrenince yeni oluyor tabii- var ortalıkta. Buna uygun hareket edip, önümüzdeki dönemde toplumun gerekli sinyalleri çabuk ve güçlü algılamasını sağlamamız lazım. Bunun nasıl yapılacağı da her topluma göre değişir tabii. Yani Amerikan toplumunda merkez bankasının sinyallerine dikkat etme ve onlara itimat etme eğilimi çok daha güçlüdür, çok daha uzun deneyimi vardır, dolayısıyla orada bir çok konuda hükümetin bir şey söylemesine gerek yoktur, ama Türkiye'de hükümetin de katılması daha iyi olur. Tersine doğru, bunu hep para politikası ile sınırladım, ama hükümetin maliye politikasında aldığı kararların da yine destek bulması gerekir. Bizim memlekette hükümetin aldığı kararlar için, "bugün aldılar yarın nasıl olsa değiştirirler" havası hakim olduğu için, "hayır öyle değil bu kararlar çok isabetli olmuştur" diye, Merkez Bankası raporunda yer ayrılması halinde bu da o politikayı güçlendirir. Tek taraflı değil bu olay.
ÖM: Bu sinyalleri doğru algılayıp uygulamaya geçeceğini düşünüyor musun Türkiye gibi toplumların?
HE: Diyeceksin ki "bir toplumun eğitim düzeyi, olgunluk düzeyi vardır, farklıdır her toplumda". Doğrudur, hatta toplumda çeşitli karar alıcılar arasında da farklıdır, kişi olarak biz çok akıllıca hareket edemeyebiliriz, ama büyük şirketlerin uzmanları vardır danışırlar, onlar daha akıllıca hareket edebilirler. Yalnız elimizde bu işin pek fena olmadığına dair bulgu da var. Bu seçimler üzerinde çalışmalar yapılmıştı, geçen sene de seçim sırasında bunları tartışmıştık. Mesela Aysıt Tansel (ODTÜ) ve Ali Akarca'nın (Illinois Üniversitesi) çalışmasından ilginç bir sonuç çıkıyordu; İktisadi duruma karşı duyarlı oy veriyorlar insanlar. Toplumun sinyali alıp, ona göre hareket ettiklerini bulmuşlardı.
ÖM: Beklenmeyen bir durum aslında, fakat öyle çıkıyordu.
HE: Sadece o çalışma değil, diğer çalışmalarda da Akarca ve Tansel'in bulduklarına paralel sonuçlar elde ediliyor. Yani Türkiye'de oy verenler bu sinyali yakalıyor. Ancak, Akarca-Tansel çalışmasının bir ilginç tarafı vardı, diyordu ki; "Türk seçmeni akılcı değil, yani mevcut olan tüm bilgiyi kullanamıyor". "Türk seçmeni akılcı değil" derken başka seçmenler akılcı anlamına gelmiyor bu tabii. Amerika'da da yapılmış çalışmalar var, seçmen çok az bilgiyle oy kullanıyor; dolayısıyla bu Türkiye'ye özgü bir şey değil. Sinyal meselesi bu yüzden önem kazanıyor, demek ki sinyali algılayabiliyor, bu açıdan bir problem yok, bütün yapılan araştırmalarda bu anlamda seçmenin tutarlı olduğunu görüyoruz, fakat her bilgiyi de kullanamıyor. Bunun da anlamı şu; "kişilerin eğitilmesi, sinyallerin onların algılayabileceği şekilde verilmesi, iletişim" vs. dedikleri bu işte. Bunun yapılması lazım. Herhalde "seçmeni beğenmedik, başka seçmen getirelim" diye işe başlanamayacağına göre, ona ulaşmanın yolunun bulunması lazım. Bence bazı partiler bu açıdan daha başarılı, bazıları da ciddi başarısızlık içindeler. "Gel beni anla" deniyor, olacak iş değil, benim işim gücüm var.
(10 Temmuz 2008 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)